Author Message
sdemir

Administrators
tr
Online status

162 posts
http://suleymandemir.pau.edu.tr

#forums.php?m=posts&id=152   2009-04-21 10:17          
Evrimi Destekleyen Kanıtlar ve Analizleri

Evrim,biyolojinin felsefi bir boyutudur. Evrim konusunu anlayabilmek ve yorumlayabilmek için ,biyolojik bilimler bilgisine genel anlamda sahip olunması gerekir. Biyolojik bilimlerde ne kadar iyi bilgi düzeyine sahipseniz,bu konuda o kadar net yorumlar yapabilirsiniz.

Evrimi açıklayabilmek için yararlanılan bilimsel verileri aşağıdaki maddeler halinde özetlemek mümkündür.

1.Paleontolojik(fosil) kanıtlar: Jeolojik devirlere ait katmanların incelenmesi sonucu, geçmişten günümüze," basitten karmaşığa doğru" bir değişim sürecinin yaşandığı tespit edilmektedir.

2.Embriyolojik kanıtlar:Omurgalı embriyonlarının, gelişimlerinin ilk evrelerinde gösterdiği şekil benzerliği, "canlıların ortak atadan evrimleşmesine" kanıt olarak gösterilmektedir.

3.Biyokimya ve Fizyolojik kanıtlar:Evrimsel kriterler baz alınarak yapılan sınıflandırmada, birbirine yakın olan taksonomik kategorilerin, türlerinin protein benzerliği söz konusudur. Bu durum aynı zamanda gen benzerliği demektir. Örneğin :Memelilerin sindirim sitemlerindeki enzimlerin çoğunun benzerliği...

4.Morfolojiden elde edilen kanıtlar: Homolog(kökendeş=ortak bir atadan kalıtılan fakat farklı görevler yapan) organların varlığı. Örneğin fok ve kedinin ön üyeleri homolog organlardır.

Bu anlamda bazı canlılardaki ön üyeler, örneğin:İnsanda kollar,koyun,at ve kertenkelede ön bacak,fok ve balinada yüzgeç ;kuş ve yarasada kanatlar homolog organlardır.

Kuş ve yarasa kanadı bağımsız olarak geliştiğinden kanat olarak homolog organ değillerdir. Ancak her ikisinin anatomisinde homolog kemikler vardır. Bu nedenle kanat olarak analog, ön üye olarak ise homolog kabul edilirler.(Keeton-Gould Genel Biyoloji s520)

Anolog (görevdeş=işlev ve çoğunlukla yüzeysel yapıda benzerliği olan fakat kökenleri faklı) organlar bu anlamda kullanılamazlar.

5.Sistematikten elde edilen kanıtlar:Taksonomik kategorilerin oluşturulması sonucu ortaya çıkan düzen ,evrimsel açıdan yakınlıkları da ifade eder.

6.Evcilleştirme olayından elde edilen kanıtlar:Evcileştirilen türlerin, doğal türlerle eşleşebilmeleri, verimli döller oluşturabilmeleri söz konudur.

7.Parazitolojiden elde edilen kanıtlar:Ortak atadan geldikleri var sayılan iç parazitlerin bazılarının ileri derecede farklılaşması söz konusudur. Örneğin insan ve domuz ascaris parazitleri, birbirlerinin konaklarını etkileyemezler.

8.Sitoloji ve genetikten elde edilen kanıtlar:Tüm canlıların hücrelerden oluşması ve hücre içi yapıların ortak olması söz konusudur.

Genetik olarak ise şu örnek verilebilir:Hayvanlar (omurgalı(memeliler),omurgasız(böcekler)),bitkiler ve mantarlar alemlerindeki 28 türde mitokondri yapısındaki Sitokrom C'nin amino asit dizisi incelenmiş ve çarpıcı bir benzerlikler gözlenmiştir.(Keeton-Gould Genel Biyoloji s524)

9.Organizmaların coğrafi dağılımlarından elde edilen kanıtlar:Biyocoğrafya da genel olarak kabul edilen bir görüşe göre; "hayvan ve bitki türlerinin tek bir noktadan ve bir defada ortaya çıkmıştır."

EVRİMSEL ve EKOLOJİK GENELLEME KURALLARI

ALLEN KURALI :Soğuk iklimde yaşayan memeli ve kuşların vücut çıkıntıları ve üyeleri , sıcak iklimde yaşayan akrabalarına göre daha küçüktür. Böylece vücudun dış ortamla temas yüzeyi daha az olduğundan daha az ısı kaybına yönelik bir adaptasyondur.


BERGMAN KURALI:Soğuk iklimde yaşayan memeli ve kuşların vücut büyüklükleri ,sıcak bölgelerde yaşayan akrabalarına göre daha büyüktür. Böylece vücut büyüdükçe yüzey/hacim oranı küçülmekte ve daha az sıcaklık kaybı yaşanmaktadır.

Klin:Bir türün bir karakterinin coğrafya ile ilişkili göreceli varyasyon göstermesi durumunda ,bu varyasyonlara verilen isimdir."Örnek olarak bir çok memeli ve kuş ortalama vücut büyüklüğü açısından kuzey-güney klinleri gösterirler."(Bergman kuralı)


DOLLO KURALI:Evrim bası geri mutasyonların olmasına karşılık,geriye dönük değildir. Sürekli ileriye doğru giden bir düzendedir.

COPE KURALI:Omurgalılar, sürekli vücutlarını büyütme eğilimi içindedirler. Vücut büyüdükçe, çevre şartlarına olan bağımlılık(besin açısından) azalacaktır.

GLOGER KURALI:Kuzey yarım küredeki kuş ve memeliler,kuzeye doğru gittikçe açık renkli,güneye doğru gittikçe daha koyu renkli olmaktadırlar.

GAUS KURALI: Aynı habitatta aynı nişi gerçekleştiren iki tür uzun süre birlikte kalamazlar. Güçlü olan diğerini baskılar ve dışlar.Zayıf olan tür zamanla tükenebilir.

Devamı için tıklayınız
Prof. Dr. Süleyman Demir
sdemir

Administrators
tr
Online status

162 posts
http://suleymandemir.pau.edu.tr

#forums.php?m=posts&id=153   2009-04-22 10:10          
EVRİM VE YAÞLANMA SÜRECİNDE ANTİOKSİDAN SAVUNMA
Erhan Nalçacı

1. Biyolojik Evrim ve Antioksidan Savunma
Üç buçuk milyar yıl kadar önce yaşam serbest oksijenin bulunmadığı
bir ortamda başlamıştır. 2 milyar yıl önce ilk kez mavi-yeşil
alg bünyesinde fotosentezin gerçekleşmesi ile serbest oksijen açığa
çıktı. Klorofilin evrimi ile güneş ışınlanılın enerjisinden yararlanan
bitkiler suyun yapısında bulunan O2'i serbestleştirirlerken, yaşamın
kaynağı olacak yüksek enerjili karbon bağlarını sentezlediler (7). Serbest
oksijenin atmosferdeki oranı 1.3 milyar yıl önce % l'e, 500 milyon
yıl önce ise % 10'a çıktı (12).
Tüm canlılar, oksijenli atmosfere ve anaerobik ortama uyum göstermek
zorunda kaldılar. Bu uyum O2'in tüm biyomoleküllerin yapısını
dejenere edici özelliğine karşı savunma sistemi geliştirebilen türlerin
hayatta kalabilmesine dayanıyordu. Böylece bugün bütün canlıların
değişik seviyelerde de olsa ortak özelliği olan antioksidan savunma
sistemleri evrimleşti.
Oksijenli atmosfere adaptasyonda en önemli aşama bir paradoks
oluşturan ve oksijenin moleküler özelliğinden yararlanılarak, CVnin
karbon bağlarının parçalanmasında kullanılması idi. Oksijenli fosforilasyonun
türlere kazandırdığı avantaj, solunumla toksik bir madde
olan oksijenin hücrenin içine kadar sokulmasına ve bir dizi indirgeyici
reaksiyonda kullanılmasına yol açtı. Oksijenin 4 elektron alarak H2O'-
ya kadar indrgendiği bu sürecin her aşamasında serbest oksijen radikalleri
üretiliyordu. Bu durum antioksidan savunmanın da gelişerek
kompleks bir sistem oluşturacak şekilde evrimleşmesini zorunlu kılıyordu
(Þekil 1) (7,16).

Makalenin Tamamı için tıklayınız
Prof. Dr. Süleyman Demir
hekimesin

Moderators
tr
Online status

2 posts

#forums.php?m=posts&id=170   2009-07-07 10:26          
Evrimsel Biyolojiye Giriş


I. Evrimsel Biyolojiye Giriş

A. Evrim Nedir?
B. Evrimle İlgili Genel Yanlış Anlamalar
C. Genetik Çeşitlenme

II. Soy İçi Evrim

A. Genetik Çeşitlenmeyi Azaltan Mekanizmalar

1. Doğal Seçilim
2. Seçilimle İlgili Genel Yanlış Anlaşılmalar
3. Cinsel Seçilim
4. Genetik Sürüklenme

B. Genetik Çeşitlenmeyi Artıran Mekanizmalar

1. Mutasyon

i. Mutant Alellerin Kaderi
ii. Nötr Aleller
iii. Zararlı Aleller
iv. Yararlı Aleller

2. Rekombinasyon
3. Gen Akışı

C. Soy İçi Evrimin Özeti

III. Evrim Kuramının Gelişimi

A. Genetiğin Evrim Kuramına Katılması

IV. Soylar Arası Evrim

A. Makroevrimin Þeması
B. Ortak Ata ve Makroevrime Kanıt
C. Makroevrimin Mekanizmaları

1. Türleşme - Biyolojik Farklılaşmanın Artması

i. Türleşme Biçimleri
ii. Gözlemlenmiş Türleşme

2. Yok Olma - Biyolojik Farklılığın Azalması

i. Sıradan Yok Olma
ii. Kitlesel Yok Olma

3. Sıçralamalı Evrim

V. Yaşamın Kısa Tarihi
VI. Evrimin Bilimsel Duruşu ve Eleştirisi
VII. Evrimin Biyolojideki Önemi
Dr. Esin AVCI ÇİÇEK
sdemir

Administrators
tr
Online status

162 posts
http://suleymandemir.pau.edu.tr

#forums.php?m=posts&id=175   2009-08-24 11:23          
Evrim Tartışması

“At izinin, it izine karıştığı tartışma”

Düşünce tarzımızın biçimlenmesi: İnsanın Doğası

Gerek insan (gerekse sinir sistemi olan canlıların tümü), evrimleşme süreci içerisinde, gerek başka türlere karşı gerekse kendi türünün diğer bireylerine karşı varlığını koruyabilmek için kendi benlik duygusunu merkeze alma zorunluluğunu duymuştur. Bu davranış şekli, örtmeye ya da saklamaya çalışsak da çalışmasak da kendini şu ya da bu şekilde gösterir. Örneğin, şu anda mantığınızı zorlamadan, doğaçlama düşünmeye devam ederseniz, dünyadaki en önemli konunun burada okumakta olduğunuz sanısına kapılırsınız; mantıklı düşünseniz dahi bu duyguyu sürdürürsünüz; ancak açık açık dile getirmekten çeşitli nedenlerle kaçınırsınız. Özünde bu davranış şekli, insan soyunun tüm düşünce tarzını ve yaşam stratejisini etkilemiştir.

Bu davranış şeklinin etkisi altında, geçmişte, insanlar, dünyayı güneş sisteminin hatta evrenin merkezi olarak kabul etmişlerdir. Çünkü bulundukları yer, doğaları gereği merkez olmalıydı. Bu nedenle bu kadar güzel bir manzarayı dünyada hiçbir yerde göremezsiniz; dünyanın en güzel suyu bu sudur ve buna benzer ifadeler kullanırız. Çünkü biz oradayız…

Bu düşünme tarzı, davranışlarımızın şekillenmesine de egemen olmuştu. İnsanoğlu, bu örtüyü, gerçek doğa bilimlerine sahip olmadan, evrenin, galaksilerin, güneş sisteminin değişimini, jeolojik evrimi, dünyanın ve canlıların geçtiği yolun ayrıntılarını öğrenmeden kaldıramazdı. Nitekim insan soyu, çağlar boyu evrenin gerçek fiziksel yapısına ulaşamadığı için, bu örtüyü kaldıramadı; rahatlayabilmek için yerine mitler yarattı. Ama sorun çözülmedi.

Soyut düşünceye geçmiş insan soyunda, bireyin ilk deneyimi, anımsasa da anımsamasa da doğumudur. En azından bu olayı bir başkasında gözlemiştir. O halde, kendinin bir başlangıcı olduğuna göre, her şeyin bir başlangıcı olmalıydı. Hiç bir insan ölümü tatmamıştır; ama bir başkasında gözlemiştir. O halde her şeyin bir de sonu olmalıydı. Bu merkezi (bencil) düşünce, evrenin yapısını anlamaya da uygulanmalıydı. Soyut düşünmeye ve merak duygusuna ilk ulaşan varlığı (bundan sonra bunu insan soyu olarak adlandıracağız), hayvandan ayıran en önemli özellik "Merak" duygusu olduğuna göre, doğal olarak kendi evrimsel sürecinin etkisi altında da kalarak, evrenin bir başı, bir de sonu olacağı mitini yaratmakta gecikmedi. Yerleşik düzene geçtiği ve tanımlanabilir bulgular bıraktığı günden beri, insan soyunun, insanoğlunun bu merakını ve duyusunu tatmin için, değişik yaratılış mitleri uydurduğuna tanık olmaktayız. Böylece, toplumlar birbirinden yalıtılmış olsalar bile, benzer biyolojik yapıya sahip olmaları nedeniyle, anlatımları ya da yaklaşımları farklı; ancak özü bakımından benzer yaratılış modelleri üretmeye başlamışlardır. Böylece kaba bir tahminle 5.000 üzerinde tanrı, 200'ün üzerinde belirgin kuralları olan din tanımlanmıştır. Hepsinde bir başlangıç bir de son vardır. Doğumu gören bir insanın "Yaratılışı Kurgulaması" doğal geliyor da, ölümü tatmamış olan bir insanın "Kıyameti Tanımlaması" garip kaçıyor! Yaratılışta, diyelim ki, ortaya çıkan olayların izlerini sürerek kaynağa ulaştınız, pekâlâ, yaşanmamış bir olayın, yani kıyametin izlerini nasıl bularak varsayımda bulunuyorsunuz? Bunun yanıtı basit. Ben yok olacağıma göre evren de yok olmalı. Bu benim doğal algılama tarzım. Yeterince bilgim yoksa bu evrensel ilkel sanıma boyun eğmeliyim. Yani Kıyamete de inanmalıyım.

Bu sanal algılama zamana sadece bir baş bir de son koymayla sınırlı değildir. Örneğin doğada renkleri gördüğümüzü söyleriz; birçok hayvanın da renk gördüğü bilinmektedir. Ancak doğada renk diye bir şey yoktur. Biz (bir olasılıkla hayvansal canlıların bir kısmı farklı görseler de) onun üzerindekileri kırmızı görüyoruz. Doğada ne kırmızı, ne mavi, ne de mor diye bir olgu vardır. Biz belirli dalga boylarını birbirinden ayırt etmek için onlara sanal bazı nitelikler yüklemişiz. Keza sesleri de tiz ya da bas diye nitelemişiz. Bunların hiç biri gerçek değildir. Sadece canlıların günlük yaşamını kolaylaştırmak için sanal duyulardır. Zaman da öyle bir duyudur. Evrim sürecinde doğrudan karışlaşmadığı fiziki ve kimyasal etkileri de yok sanar. Bu nedenle, gama ışınlarını, X-ışınlarını, morötesi ışınların bir kısmını, kızıl ötesi ışınları, radyo dalgalarını; keza ultrasonik ya da süpersonik seslerin önemli bir kısmını algılayamaz. Zamana bir baş ve bir son koyma da işte böyle bir şeydir. Doğanın mekaniğini anlamak için ilk olarak bu sanal duyularımızın dışında düşünmeyi öğrenmeliyiz. Bizi, diğer hayvansal canlılardan ayıran nitelik de bu olsa gerek…


Neden bu kadar çok sayıda insan, bu kadar bilimsel bilgiye ve açıklamaya karşın, hala yaratılış ve kıyamet kurgularından vazgeçemiyor?

İnsanoğlunun tarihi yukarıdan aşağıya haksızlıklarla doludur. Çok az insan, özellikle dinlerin temeli atıldığı dönemlerde ya da daha önceki tarihlerde hakkını bu dünyada alabilmiştir. Ezilmiştir, horlanmıştır, aşağılanmıştır... Bu dünyada hakkını alamayan kişi, hıncını öbür tarafta alacağını söyleyen düşüncelere adeta tapmıştır. İşte dinleri ayakta tutan, insanoğlunun bu hıncı olmuştur. Hele, bu haksızlıkları yapanların öbür tarafta "Sümer inancıyla cehennemde" eza-ceza-cefa göreceğini, kendisi gibi horlananların ve aşağılananların ise "Sümer inancıyla cennete" hayal ettiği gibi lüks bir yaşamı süreceğini söyleyenlere düşünmeden biat etmiştir. Bu nedenle tarihin her döneminde, her toplum cennetini ve cehennemini, isteklerine, arzularına ve korkularına göre tarif etmiştir. Tanrısal bir cennettin ve cehennemin yapısı ve işleyiş tarzı değişmeyeceğine göre, toplumlara göre cennet ve cehennem tanımının değişmesi, sizce neye işaret eder? İdare sistemine ve toplumsal sorunlarına bilimsel çözüm bulamayan insanoğlu, bu nedenle hakkının alınmasını Tanrı'ya havale ederek rahatlamıştır. Bu nedenle "seni Allaha havale ediyorum" deriz...

Tüm canlılar ve bunların doğal bir uzantısı olan insan, evrendeki bir zaman diliminin ya da sürecinin ürünüdür. Evrendeki yapıların hemen hepsi, bir sürecin ürünüdür, yansımasıdır. Siz bu yapıyı bir bütün olarak tanımaz ve anlayamaz iseniz, yanılgıya düşersiniz. İşte bu yetiye ulaşamayanlar "evrim gerçeğini" göremezler ve çıkmaza düşerler. Bir defa ilkel duygularınızdan sıyrılarak, yani kendinizi olayların her zaman merkezinde varsayan düşünceden arındırmış olarak, olayları evrensel gözle, kuşbakışı değerlendirebilecek yetiyi kazanmış, bu zaman dilimi içerisinde gelinebilecek son aşamaya varmış bir insan olarak, bir düşünce tarzına kendinizi alıştırmaya çalışın: Evren yaratılmamıştır; hep vardı; hep var olan bir şeyin yaratılmasını kurgulamak da anlamsızdır. Evrendeki tüm mimari, özünde, evrenin enerji düzeyinin değişimi ile ilgilidir. Bunu anlayabilmek için bilimsel mantık ve araştırma gerek, merak gerek. Evren bundan böyle de hep var olacaktır. Fakat çeşitli şekillere kimliklere bürünerek. Evren, evrimleşmektedir; her an mimarisini değiştiren bir evrende, onu oluşturan öğelerin, hatta bir tek tanım hariç, kavramların değişmeden kaldığını savunmak söz konusu değildir. Paris, New-York ve Moskova Bilimler Akademisi, evrende değişmez kuramın ya da tanımın sadece "Evrim Kuramı" olduğunu beyan etmişlerdir. Bu kavramın diğerlerinden ayrıcalığı, içeriği tümüyle değişse dahi, anlamının değişmez kalmasıdır; çünkü kuramın zaten kendisi değişimin ilkelerini incelemeyi amaçlamaktadır.


Olaylara çeşitli açılardan ve bir bütün olarak bakarsanız kuş bakışı bakarsınız, dogmanızın etkisi altında dar bir aralıktan bakarsanız kuş gibi bakarsınız.

Ali Demirsoy

-niyetim kuşu aşağılamak değildir-




Big-Bang nedir ne değildir?

Bir santimetre küpü, yaşadığımız evrene taşındığında, trilyonlarca ton, sıcaklığı milyarlarca derece olan, henüz elektron ve proton düzenine ulaşmamış, atom altı parçacıklardan oluşmuş bir yapı, ona şimdilik plazma diyelim, belki oluşan gazlar ya da dinamiği gereği, hacmini genişletmeye başlamış, yani patlamıştır. Patlamadan önce, kütle çekiminin (gravitasyonun) sonsuz denecek mertebelerde olmasından dolayı, gravitasyonun bir fonksiyonu olan zaman, bu genişlemeye bağlı olarak başlamış, subatomik parçacıklar, ilk olarak proton ve elektron, çok kısa bir sürede (saniyeler içinde) atomik düzen içerisinde dizilmesinden dolayı (hadonik faz), basitten başlayarak gittikçe karmaşıklaşan elementlere dönüşmeye başlamış ve kütle ortaya çıkmıştır. Geleceğe doğru madde yayılımı başladığı, yani hacmini genişlettiği, fiziksel bir anlatımla hareket ve atomik yörüngeler oluştuğu için sıcaklık değişimleri ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bugün NEWTON Fiziğinin ana ilkeleri olarak bilinen ve evrenin mimarisini oluşturan doğanın dört unsuru, bu evrede oluşmuştur: Zaman, Kütle, Hız ve Sıcaklık. Ayrıca evreni bir bütünlük içerisinde tutan kuvvetler de oluşmuştur:

1) Kuvvetli etkileşme (çekirdek içi kuvvetler

2) Elektro-Manyetik Etkileşme (elektron ile çekirdek arasındaki etkileşme; 10-3),

3) Zayıf Etkileşme (radyoaktif etkileşme; 10-10) ve

4) Gravitasyon (kütleler arasındaki etkileşme; 10-49).




Big-Bang, yaratılışa mı yoksa evrimsel kurama mı kanıttır?

Evrim yoktan var edilmeyi tartışmaz ve savunmaz; var olanın nasıl daha karmaşık (daha doğru bir yaklaşım ile daha başarılı) hale dönüştüğünü açıklar. Bu nedenle yaratılışçılar, eski bir yaklaşım ile Big-Bang olayına dört elle sarılırlar; çünkü zannederler ki Bing-Bang’de evren yoktan var ediliyor. Hâlbuki Cenevre’nin Cern kentinde yapılan ve yapılacak, maliyeti 10 milyar doları bulan araştırma, yoktan var edilmeyi değil, var olandan yeni bir durumun nasıl ortaya çıktığını öğrenmek için planlanmış bir araştırmadır. Big-Bang’i yaratılış olarak alan ve ballandıra ballandıra anlatan (ne yazık ki fizik mühendisi olduğunu söyleyen ve birçok kitap yazdığı belirtilen şahıslar da açık oturumlara telefonla bağlanarak Big-Bang’i Tanrının bir ürünü olarak sunuyor) yaratılışçı kesim, yapılan çalışmanın ne olduğundan habersizdir.

Cern’de çalışmalar, yanılmıyorsam 1990’nı yıllarda evrenin bütünlüğü ile ilgili yapılan kuramsal çalışmaların sonuçlarını sınamak için yapılıyor. Evreni bütünlük içinde tutuca güçler incelenirken, bir madde kaybının izlerine rastlandı ve bunun nedeni araştırılıyor. Kuramsal çalışmalar, başka yasaların geçerli olduğu (fermiyon, gluyon, graviton, kuark, mikrotroton, pozitron, tevatron, nötrino, mezon, telonların vd. egemen olduğu) bir evrenden, atom düzenine geçilen, Newton yasaları olarak bilinen (yani kütlenin, zamanın, enerjinin ve hızın) yasaların egemen olduğu bir evrene geçişte Higgs Bozonları 1diye bir parçacığın çıkabileceği hesaplandığı için, bu bozonların deneysel olarak saptanması gündeme gelmiştir. On milyar dolarlık deneyin aslı astarı budur. Eğer bu bozonlar deneysel olarak da kanıtlanırsa, evrenin hiç yaratılmadığı, hep var olduğu, sadece 13.7 milyar yıl önce büyük bir patlamayla başka yasaların (Newton yasalarının) geçerli olduğu bir evrene dönüştüğü anlaşılacaktır. Big-Bang bir başlangıç değil, yasalar açısından devrimsel nitelikte bir dönüşümdür. Bunun farkına varan Vatikan büyük tepki gösterdi ve galiba deneyi de aforoz etti. Çünkü yaratılmayan bir evrenin yaratıcısı da olmayacaktı… Bizim okumuşlarımız, hatta kitap yazmış fizikçilerimiz bile (14.08.2009 tarihli Haber Türk televizyonun programında) hala işin farkına varmadıkları için Big-Bang ile yaratılışçılara desteklerini sürdürüyorlar.

Bilim adamının derdi, evrenin ne için yaratıldığını araştırma ve ona anlam yükleme değildir onu din bilimcilere ve kısmen de felsefecilere bırakmıştır. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da uğraşıp dursunlar…

Eğer böyle bir derdi olsaydı, evrenin canlılar bakımından, özellikle düşünen varlıklar açısından –kural olarak- neden boş durduğunu, 1000 ışık yılı çapındaki bir hacimde bile hiçbir yıldızda güneşteki gibi uydu olmadığını, yani canlı ve Tanrısına tapan düşünen varlıklar olmadığını görerek anlam yüklemeye çalışırdı. Eğer –dogmatiklerin ileri sürdüğü gibi- Tanrı varlığını hissettirmek istiyorsa, bunu çok daha fazla gök cisminde yapabilirdi. Eğer doğru anlam yüklemeye çalışıyorsanız, ilk olarak kendi düşüncenizdeki çarpıklığı düzeltmeyle işe başlamalısınız…

Bilimin ve bilim adamının derdi, evrenin nasıl işlediğini öğrenmedir. Bunun için Allah’ı ret etme ve yokluğunu ispatlama gibi bir çabası da olamaz. İstiyorsanız inanın der; ancak benim işime karışmayın da der. Ancak yaratılışçılar evrim kuramını çürütmeye kalkışmayla Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışmaktadır; bu da yaratılışçıların sonu olacaktır. Evrim karşıtlarının müfrit olanları (keskin anti-evrimci olanları), insanları (dini eğitimden geçmiş olsalar bile), dini kendi anladıkları gibi anlamaya zorlamaları da başka bir saygısızlık olarak görünmektedir: Bunu yapanlar Kutsal kitaplarda yazılı olanları biz evrimcilerden daha iyi anladıklarını düşünüyorlar. Ortada birbirinin karşıtı olan fikirleri savunan birçok temel kitap olsaydı, bu düşünceye hak verebilirdik; ortada içeriği hiçbir zaman değişmediği söylenen tek bir kitap varsa, bırakın orada yazılı olanları biz nasıl anlıyorsak, öyle inanalım, öyle yaşayalım. Sizin biz evrimcilerden daha akıllı olduğunuz yargısına nereden varıyorsunuz?



Yaratılışçıların sürekli çiğnedikleri, ancak neyi çiğnediklerini anlayamadıkları bir öykü:

Enzimler, bir tepkimeyi, canlılığın bütünlüğünü bozmadan, düşük sıcaklıklarda en hızlı şekilde gerçekleştirmek için canlıların işletim sistemi için evrimleşmiş moleküllerdir ve çoğunluk da orta büyüklükte moleküllerdir. Böyle bir molekülün geçmişini (evrimleşmesini) ve filogenetik (canlıların akrabalık ilişkilerini) bilmeden atomlarının ya da molekülü oluşturan alt birimlerinin dizilişindeki olasılığı hesaplamaya kalkışırsanız, hangi molekülü alırsanız alınız, karşınıza inanılmaz küçük bir olasılık çıkar ve bunun bir rastlantı sonucu olarak ortaya çıkamayacağı sanısına kapılırsınız. Bunlardan en çok söz edilenlerden biri, canlılarda solunum işlevinin bir parçası olan mitokondrilerde oksijeni bir yandan öbür yana taşıma görevini yüklenen sitokrom-c’dir. Açık oturumlarda, evrim karşıtı tartışmalarında ve yayınlarda sık sık gündeme getirilen bu molekülün –öğrenmek isteyenler için- durumunu açıklama gerekliliği doğmuştur.

Söz konusu olasılık, 20 farklı amino asidin (biz buna yirmi farklı renkteki boncuğun diyelim), 100 tanede oluşan bir tespih şeklinde (yani sitokrom-c şeklinde) dizilmesinde, herhangi bir kombinasyonun ortaya çıkma olasılığıdır. Örneğin birden 100’e kadar, örnekleme verirsek 1. sırada, mavi boncuk, 5. sırada sarı boncuk, 87. sırada kırmızı boncuk ve buna benzer yüzlük bir dizilimin ortaya çıkma olasılığı her zaman 20-100 ‘dir (buradaki 20 boncuk çeşitlerini, 100 de tespihteki boncuk sayısıdır). Böyle bir molekülün birden bire ortaya çıkma olasılığı her zaman budur. Ancak:

Sitokrom-c’nin 20-100 olasılıkla birden bire ortaya çıktığını ben söylemiyorum ki; onu yaratışçılar (gericiler) söylüyor. Evrim, bir şeyin hemen ortaya çıktığını söylemez. Onun nasıl geliştiğini açıklar. Böyle bir molekül seçile seçile bugüne kadar gelmiştir. Bu nedenle her canlı kendine özgü sitokrom-c taşır ve molekülün benzerliği de türler arasındaki akrabalığın derecesini yansıtır. Yani bu molekül sihirli bir molekül değil, çeşitlenebilir; çeşitlendiği zaman bile birçok kombinasyonu çeşitli ortamlarda iş yapabilir molekül olarak ortaya çıkar.

Yaratılışçıların sürekli ağızlarında çiğnedikleri bir istatistik hesap vardır. Esasında bu hesabın bu denli yaygın kullanılmasına zemin hazırlayan da benim yazmış olduğum, 1984 tarihli Kalıtım ve Evrim kitabımdır. Orada insandaki bir sitokrom-c’nin ortaya çıkma şansı 20-100 olarak verilmiş ve bunun olasılığının bir maymunun insanlık tarihini yanlışsız olarak daktiloda yazması kadar düşük bir olasılık olarak verilmiştir. Bu özünde dikkati çekmek için yazılmıştı. Nereden bilebilirim hekimlik eğitimi yapmış olanların bile bunu anlayamayacaklarını ve kürsüye çıktıklarında her zaman büyük bir açık yakalamış gibi sürekli dile getireceklerini.

Bu molekül sihirli bir molekül değildir. Çeşitli varyasyonları da iş yapabilir. Örneğin 100 birimlik bir dizilimde (20 amino asit olması ve 20 amino asidin 100’lük bir dizilimde belirli bir sıraya oturtulma olasılığı 20-100’dür), maymunlarla bizim aramızdaki fark sadece 54. sıradakidir; diğerleri aynıdır, köpekle 15, bira mayası ile 84 yerde farklılığımız vardır.

Bu hesap esasında evrimdeki akrabalıkların kanıtlanması için tarafımdan Türk halkına tanıtılmıştır. Gel gelelim ki anti evrimciler bunun ne anlama geldiğini –bugüne kadar- anlayamadılar. Bu hesapta diyoruz ki, bir insanın sitokrom-c’sinin bu şekilde dizilme şansı 20-100’dür; bir maymunda bu molekülünün sadece 54’ncü amino asidi bizimkinden farklıdır. Yani maymun ile benim bu molekül açısından bir rastlantı olarak benzer olma şansımız 20-99’dur, yani 1 rakamını, arkasına 99 tane sıfır konmuş 20 rakamına bölerseniz (yani 20.000…..) çıkan sayının olasılığı kadar biz rastlantı olarak maymunla aynı molekülü paylaşmışızdır. Böyle bir olasılık kural olarak yok demektir. Ancak aynı kökenden gelmiş isek, sadece bir mutasyon ile son aşamada birbirimizden ayrılmışız demektir, yani ortak atadan evrimleşmişiz demektir. Hayvanlar âleminde bize genel yapısı ile ne kadar benzerlik gösterenler varsa, benzerlik oranında bu moleküllerde de o denli benzerlik bulunmaktadır. Bira mayası bana çok uzak bir benzerlik gösterdiği için de 84 tanesi benimkinden farklıdır. Ancak, bunu dogmatikler bir türlü anlayamadılar. Esasında güreşte künde diye bir oyun vardır; birinin sırtını yere yapıştırmak için abanırsınız, ancak karşıdaki sizin hemen anlayamadığınız, ancak sizin oynamaya çalıştığınız bir oyun ile sırtınızı yere yapıştırır. Yıllardır bu hesabı gündeme getiren yaratılışçılar, kendi sırtlarının bu hesapla mindere yapıştığının bile farkında değiller. Zaten olsaydılar, daha fazlasını öğrenmek için arkamıza düşerlerdi; anlayamadıkları için şimdi önümüzü kesmeyle uğraşıyorlar…

Yani bu sihirli bir dizilim değil, çeşitli varyasyonları olan ve çoğu varyasyonunun da çeşitli canlılarda işlev yaptığı bir moleküldür. Ancak bunu anlayabilmek için biyoloji bilimini, özellikle canlılar âlemini iyi bilmek gerekiyor. Hekimlerin bunu anlamasındaki zorluk bundan kaynaklanıyor.

Bu verilen örneği, herkesin anlayabileceği bir örneği çevirmek istersek, anahtar ile kilit mekanizmasını incelemeyle başlayalım. Bilindiği gibi, dişli ya da tırnaklı anahtarlar; ancak kendine uygun bir kilit bulduğu zaman kilidi açabilir. Kural olarak bir anahtarın diğer anahtara benzeme şansı yoktur. Bir iki santimlik bir anahtarda bile bir anahtarın diğer anahtara benzeme şansı yoktur. Bir anahtar düşünün ki, kendi üzerinde de küçük dişçikler (bu dişçiklerin sayısı insanda yaklaşık 3.4 milyardır) taşıyan, 32.000 kadar niteliği (yüksekliği) farklı tırnak ya da diş (gen) taşısın. Daha sade bir tanımla bir anahtarda yükseklikleri birbirinden rastlantısal olarak farklı 32.000 diş bulunsun. Anahtarcı, burada doğal seçilim mekanizmasıdır; anahtarların dişleri ile kilidin girintileri birbirine uyum yapınca çalışmasına izin veriyor; uymadığında anahtar daha deliğe girmeden ya da işlevsiz olduğu anlaşıldıktan sonra etkisiz hale getiriliyor; sürekli deneme-yanılma yöntemi ile bu deney sayısız birey üzerinde deneniyor. Hangi anahtar hangi kilidi açıyorsa, o kapı açılıyor ve yeni bir yola giriliyor; buna evrimsel hat diyoruz. Her zaman uygun anahtar ya da kilit bulunabiliyor mu? Hayır. Bu uygun anahtar-kilidi bulamayan türlerin hepsi zaman içinde ortadan kalktı. Her zaman en iyi anahtar-kilit mekanizması bulundu mu? Onun da yanıtı hayır. Öyle olsaydı soyu tükenen türler olmayacaktı.

Evrimsel mekanizma, anahtarın kilidi bulma şansını artırmak için –belki de başka yol bulamadığı için- çok sayıda anahtar ve çok sayıda kilit üretiyor. Bir bireyin milyonlarca sperm ve yumurta ve çok sayıda yavru meydana getirmesinin nedeni bu olasılığı artırmadır; bir ekonomist gözüyle de baktığınızda çok savurganca bir mekanizmadır. Sadece birkaç bireyi ayakta kalacak bir sistemde, binlerce ya da milyonlarca tohum ya da yavru üretmenin mükemmel bir düzen için anlamı ne ola ki? Bazen çok daha mükemmel bir organizasyona ulaşılma olasılığı olmasına karşın, kör saatçi olarak bilinen doğal seçilim mekanizması, en iyi kapıyı bulamıyor, olanla yetinmeye çalışıyor ya da onu bir miktar geliştirmeyle yetiniyor ve biz de bir canlıyı ya da insanı yeniden tariflemeye kalkıştığımızda “Keşke” ile başlayan dileklerde bulunuyoruz. Örneğin, keşke kanadımız olsaydı, keşke dişlerimiz hep yeniden bitseydi, keşke sonsuz hücre yenilenme yeteneğimiz olsaydı, keşke bu kalıtsal hastalıklar olmasaydı, keşke parmağımızın ucunda da gözümüz olsaydı, keşke sebze bitkileri çok yıllık olsaydı da her sene dikmeseydik keşke de keşke… İşte bu keşkeler, geçmişte kuramsal olarak rastgelelik ilkesine göre bulunmuş, ancak daha iyisi bulunamayan canlılar için söylenmiş sözlerdir, dileklerdir.

Evrim mekanizmasında çilingir rastgele anahtar yapar, kilidi hiç düşünmez; kilide göre anahtar yapmayı da planlamaz (evrimin rastgeleliği buradan kaynaklanır). Anahtar çeşitliliğini nasıl sağlar? Dişlerin büyüklüğünü ve dağılımını tümüyle rastgele dizerek. İşte yaratılışçıların anlaması gereken de bu çeşitlenmenin işleyiş biçimidir; Tanrı gücü olmayan bir anahtarcı bile, dişleri rastgele diziyorsa, 32.000 dişçikten oluşan bir anahtarın hiçbir zaman bire bir aynısını yapamaz; trilyonlar çarpı trilyonlar adet üretse bile. Ancak, komut verirse ya da kodonu verirse bire bir anahtar yapabilir (genetik kopyalamada olduğu gibi). Eğer iki anahtarı birbirinin aynısı olarak yapmak isterseniz, bire bir kopyasını yapmanız gerekir. Doğada ikizler hariç, kural olarak kalıtsal yapısı birbirinin aynı olan iki canlı ya da bireye bu nedenle rastlayamazsınız. Kalıtsal olarak birbirinin kural olarak aynı olan iki insan yapmak isterseniz, ancak kopyalamayanla bunu başarırısınız. Eğer Tanrı canlıların oluşumunu denetliyor olsaydı; birbirinin aynı olan bireyleri görecektik. Hâlbuki evrimsel mekanizma bir anahtarcının rastgeleliğine göre çalıştığı için, birbirinin aynı olan bireye hiçbir zaman rastlamayacağız. Bu açıklamayı yaratılışçılar bile anlayacakları açıklıkta yazdığımı zannediyorum. Bundan böyle, bu kadar çeşit molekül yapan bir Tanrıyı (Tanrının hikmetini) öne sürdüklerinde, aynı şeyi mahalle arasındaki adı Hikmet olan bir anahtarcının bile bu kadar çeşitlilikle yapabildiğini, oluşturabileceğini yine anlamıyorsa, onu eğitmeden ve bir şeyleri anlatmadan vazgeçin; evrimleşmesini henüz tamamlamamış olabilir. Evrimsel sürecin öğrenilmesi, bu anahtarların bu kilitlere nasıl uyum yaptığını incelemedir. Her zaman en iyi uyum ya da en iyi bileşim ortaya çıkar mı? Bunun yanıtı kesin olarak hayırdır. Rastgeleliğin içinde sadece bugün ayakta kalanların öyküsüdür evrim…

Bilimden haberi olmayanlar, bir protein molekülünün oluşma olasılığını vererek, bunun ancak bir mucizeyle ya da bir yaratanla oluşabileceğini ileri sürerler. Bilimsel alt yapısı olmayanlar da bunun, bu hesabın nedenini kavrayamadıkları için, birden ol buyruğunu kurtuluş olarak görerek, dört elle sarılırlar. Yaratılışçılar, görüyor musunuz halkımızın %90’ evrime inanmıyor diyerek güçlü bir dayanak bulduklarını zannediyorlar. Halkın %99’ı evrime hayır dese bile, bu evrim mekanizmasının olmadığı anlamına gelmez. Görsel ve yazılı basının içine düştükleri yanılgılardan biri de budur; çoğunluk nerede ise doğru odur; bu ancak emperyalist ülkelerin sömürülecek ülkelere dayattıkları - geleceğimizi karartsa da çoğunluk neredeyse doğrusu odur - demokrasi modelinde ya da uygulamasında geçerlidir; bunun bilimde hiçbir geçerliliği yoktur. Çünkü 70 milyon gecekondu, bir Süleymaniye etmez de ondan…

14.08.2009 tarihinde Haber Türk televizyonunda yapılan tartışmalarda görüş bildiren ve soru soran bilim adamlarının yaklaşımlarının, -ne yazık ki sunucu, çoğunun üniversitelerde biyoloji bölümlerinde öğretim elemanı olduğunu söyledi- durumumuzun hiç de iç açıcı olmadığını gösterdi. Örneğin İTÜ genetik bölümünden (hem de genetik bölümü), biri, konuşmacılara, birkaç bin atomdan meydana gelmiş dev bir enzim molekülünün saniyenin kesirleri içinde nasıl doğrulukla katlandığını açıkla gibi, kendince çok zor- bir soru yönlendirdi. Bu, ne yazık ki, meslektaşımızın, biyokimyanın daha temel ilkesini bilmediğini gösterir. Proteinlerin bu kadar büyük yapılmasının nedeni, hedef molekülü tanıyarak doğrulukla kilitlenmeyi ve kendi üzerinde doğru katlanabilmeyi sağlamak için bile olduğunu anlamadan üniversiteye öğretim elamanı alınmış; bu en azından üniversiteler açısından ürkütücü… 11 haneli bir telefon numarası ile dünyadaki herhangi bir telefona nasıl saniyeler içinde doğrulukla bağlanıyorsak, özel dizilimli enzim molekülü de uygun yerlere öyle bağlanarak katlanıyor.

Bu kadar büyük bir molekülün evrimi mi? Unutmayın bir zamanlar telefon numaraları 4 haneliydi, sonra 5 oldu, sonra 6 haneli oldu, sonra 7 haneli oldu ve bugün en az 11 haneli oldu; hepsi de iş görüyordu; ancak daha dar bir alanda.

Enzimler de küçük yapılı moleküllerden olabilirdi; kataliz edecek molekülün ille de büyük olması diye bir kural yoktur. Ancak belirli sayıdan küçük olan bir molekülün başka bir molekül tarafından taklit edilme şansı çok yüksek olacağından ve hata yapma olasılığı artacağından (katlanma ve hedef bulmada olduğu gibi), moleküldeki atom sayısını artırma eğilim korunmuştur. Sonuçta bugün (özellikle evrimini bilmeyenlerin) birçoğumuzun hayranlık duyduğu moleküller ortaya çıkmıştır.

Moleküller karmaşık olmayıp da basit kalsaydı ne olurdu? Birbirinden bu denli farklı çok sayıda canlı olmazdı; zengin bir biyoçeşitlilik oluşmazdı. Pekâlâ, dünyada daha zengin bir biyoçeşitlilik olabilir miydi? Olabilirdi. Niye olmadı? Bunun için biyolojik evrimleşmenin tarihsel olarak gerilerine uzanmamız gerekir. Dünyada serbest oksijenin sadece güneş ışınlarının parçalaması ile (fotodisasasyon ile) serbest oksijenin oluştuğu evrede ortaya çıkan ozon tabakası (oksijen içeriği bakımından bugünkü oksijen miktarının ancak %01 kadar), güneşten gelen güneş ışınlarının sadece bazı boylarını yeryüzüne bıraktığı için ve bu dalga boyları da ancak belirli moleküllerin sentezlenmesine için verdiği için, her türlü molekül değil; ancak belirli moleküller sentezlenebilmiştir. Bu nedenle bu molekülleri yapı taşı alan canlılarda da sadece alfa amino asitler, sadece ışığı sağa çeviren şekerler kullanıldı ve enerji kaynağı olarak da ATP kullanılmaya başlandı. Beta amino asitleri, ışığı sağa kıran şeker formlarını, enerji kaynağı olarak da ayrıca GTP’yi kullansaydı ne olurdu? Bugünkünden çok daha zengin ve renkli bir dünya olurdu. Aynen iki elimizden sadece birini (solu ya da sağı) kullandığımız zaman yaptığımız iş ile iki elimizi kullandığımız zaman yaptığımız iş arasındaki fark gibi. Ozon tabakası bize sadece bir elimizi kullanacak olanağı sağlamış… Öbürsü esirgenmiş…

Açık oturumlarda sorulan bilinçsiz (bazen aptal) sorulardan bir tanesi de “ilk canlı nasıl ve ne zaman oluştu”? Evrim mekanizmasını anlatmakla kendini yükümlü sayan insanlar da, bildikleri ve dilleri döndüğü kadarıyla bunun nasıl oluştuğunu anlatmaya çalışırlar. Hiçbir zaman da tam anlatamadıkları için, program bittiğinde bu soru yanıtsız kalır. Þunun iyi çok bilinmesi gerekir: Canlılık, organize ve belirli görevleri yapan bir sistem olarak sahneye çıkmadı. Birkaç on dizilimden oluşan bir molekülün (RNA olarak bilinen) kendini çoğaltma yeteneği kazanması ile yola çıktı. Buna moleküler evrim diyebiliriz. İnorganik moleküllerden daha sonra canlılığın temellerini oluşturacak, kendi kendine ya da basit aracılar kullanmak suretiyle kendini çoğaltabilecek, bugünküne göre çok daha basit organik (biz buna organoyik diyoruz) moleküllerin oluşması ile evrimleşme başladı. Zamanla gelişti. Ne zaman ki, çevre koşullarını algılayacak (duyu almaçları) ve tepki gösterecek organizasyonu (uyarılabilme) kazandı, o zaman canlı adını aldı. Yani canlılık koşmaya, canlı olmayan moleküller ile başladı…

Böyle bir başlangıç molekülü başka bir gök cisminde de oluşabilir mi? Sıcaklık ve koşullar uygunsa oluşmaması için bir neden bulunmamaktadır? Pekâlâ, bizim organizasyonumuz gibi bir canlı o gök cisimlerinde evrimleşebilir mi? Bunun yanıtı: Çok zor. Çünkü moleküler evrimin karmaşık canlıların evrimine dönüşme koşulları çok daha sınırlı görünmektedir. Gök taşlarında zaman zaman amino asit ve canlıların ilkin yapı taşlarına benzer moleküllerin bulunması, moleküler evrimin karmaşık bir canlı sisteminin ayakta kalamayacak ortamlarda bile oluştuğuna işaret eder.

Görsel basında, sürekli, yaratılışçılar çıkarak Tanrısal oluşumu ya da evrimciler çıkarak biyolojik evrimleşmenin nasıl olduğunu halka anlatmak için çırpınırlar. Evrimleşmeyi anlatmaya çalışanların çabalarını saygıyla karşılıyorum. Ancak, bunun zannedildiği gibi yaygın bir etkisi olmayacağını da 44 yıllık bir öğretim üyesi olarak söylemek zorundayım. Çünkü evrim mekanizmasını bilen bir kişi (Türkiye’de bunların sayısının birkaç elin parmağını geçmeyecek kadar az olduğunu söyleyebilirim) zaten bunları tartışma gereğini duymaz; onların derdi bu mekanizmadaki gitmezleri ya da bilinmezleri açıklamadır, araştırmadır. Mekanizmayı bilmeyen bir kişi için de evrim mekanizmasını televizyonlardan anlamak hemen hemen olanaksızdır.

Ancak evrim kavramı farklı bir yaklaşımdır. Evrim mekanizmasıyla yakından ilgilidir; ancak bire bir örtüşmez. Nükleer santraların kullanılması ile nükleer santraların işleyişinin tartışılması gibi (birincisinde çok kişinin söyleyeceği bir şey vardır; ancak ikincisinde, yani işleyişinde söyleyecek ya da anlayacak birkaç kişi bulabilirsiniz). Evrim kavramını Türkiye’de benimsemiş çok sayıda insan vardır. Bunlar dogmadan kurtulmuş, yeniliklere açık; A olarak girdiği bir yerde, dinledikten ve öğrendikten sonra fikrini değiştirerek B olarak çıkabilen; geleceğe aydınlık adımlarla ilerleyen, aklı ve bilimi kendine rehber yapmış kişilerdir. Esas geliştireceğimiz kesimler bu kesimdir; çünkü yeniliklere açıktır. En azından kararlarında aklı kullanırlar.

Sık sık gündeme gelen ara formlara ait fosil kalıntısı nedir ne değildir?

Bunun için ilk olarak evrimi ve genetik bilimini anlayabilmek açısından son derece önemli olan populasyon genetiğini bilmek gerekir. Yanılmıyorsam üniversitelerimizin ancak birkaçında bu hesaplamalar öğretilmektedir. Eğer bir kişi ara form soruyorsa ya da söyle bakalım, falanca tür ne zaman ortaya çıktı diyerek kesin bir tarih istiyorsa, o kişinin populasyon genetiğinden hiç haberi olmadığını hemen anlayabilirsiniz.

Bir defa türler, yukarıdan zembille iner gibi, birden bire inmezler; bir topluluğun içindeki özelliklerin doğal seçilimi ile (çok yavaş işleyen bir mekanizme; bunun açıklaması daha sonra verilecek) ayıklanması ya da teşvik edilmesi onlarca, yüzlerce, bazen binlerce kuşağa ve binlerce yıla gereksinme gösterir. Bir merdivenin basamağından bir kattan bir üsteki kata çıkma gibi; her basamakta bir miktar değişim izlenir. Bu değişime, bir kazan suyun içine çok yavaş bir hızla damla damla mürekkep akıtma gibidir (toplumdaki gen frekansının yükseltilmesi). Ne zaman rengin tam olarak döndüğünü söyleyemezsiniz. Yani, bir tür ile evrimleşmiş türü toplayıp ikiye bölmeyle ara formu bulamazsınız. Bu nedenle bilimsel araştırmalarda fosil serisi ya da sistematik çalışmalarda örnekleme sayısı kullanılır.

Dogmatiklerin ya da yaratılışçıların hayalindeki ara form, örneğin atla, kuşu toplayıp ikiye böldüğünüzde her ikisinin özelliğini yarı yarıya gösteren bir canlıyı bulmadır. Böyle bir canlıyı buluna da ödül koyarlar. Çünkü populasyon genetiğini bilmezler.

İki tür arasında elde yeterince (her basamağı temsil edecek) geçiş formu bulunmayan, ancak merdivenin tam ortasında iken fosil bırakmış ara formlardan biri bulundu ve Archeopteryx adı kondu. Archeopteryx, diş taşıdığından, kanatlarında pençe kalıntıları olduğundan, kuyruğundaki tüylerin kuyruk gibi bir aks üzerinde yelpaze gibi değil de bir ağcın dalları gibi dizilmiş olmasından (sürüngen kuyruğundaki pul dizilimi gibi), pullu bacaklara sahip olmasından sürüngenlere; göğüs kafesinin yapısı (carina), ön üyelerinin kanat şekline dönüşmesi, teleklerinin olması, gagasının olması ve üyeler hariç diğer kısımlardaki pulların yitirilmesi ve genel vücut yapısı bakımından da kuşlara benzer. Yani yaratılışçıların tam hayal ettiği gibi bir ara form, yarısı ondan yarısı bundan. Gel gelelim ki, evrim karşıtları, bu sefer de bunun neresi kuş, bak sürüngene benziyor, ya da bunun neresi sürüngen kuşa benziyor diyorlar. Esasında kendileri de ne istediklerini bilmiyorlar. Bu örnek çok konuşulduğu için burada verilmiştir. Eğer bir fosil bilimcinin müzesine ya da laboratuarına uğrarsanız, merdivenin basamağından yukarı çıkarken çok sayıda fosil bırakmış örnek bulabilirsiniz. Sistematik bilimi bu geçiş formlarının benzerliği üzerine kurulmuştur. İki tür arasındaki yaşayan geçiş formları bugün bilimde alttür olarak bilinir ve adlandırılır.



Evrim Mekanizmasını Neden Kolaylıkla Herkes Anlayamaz?

Evrim hep uzun süreçli bir işleyiştir; özellikle doğa tarihini kurmamış temel bilimleri yaygınlaştırmamış toplumlarda, evrim mekanizmasını anlamak daha da zorlaşmaktadır. Örneğin mutasyonlar bir insanda her kuşak boyunca kişi başına yaklaşık 32.000 genden ancak 10-15 kadarında olduğu varsayılır. Mutasyonların %99 kural olarak o mutasyonun meydana geldiği ortamda bulundurduğu canlıya zarar verir. Yaralı mutasyonun taşıyanın seçilme şansı ise binde bir sayılır (çünkü yararlı mutasyonu taşıyan bir bireyin sadece o özellik bakımından üstün olması yetmez ki, diğer özellikler de başarılı olduğu zaman bu bireyin seçilme şansı artar; çok defa uygun olmayan özellikler, bu yararlı özelliğe eşlik etmedikleri için, elenirler). Böylece yararlı bir mutasyonun korunup da gelecek kuşaklara güçlendirilerek aktarılması yüz binlerde bazen milyonlarda bire kadar düşür; ancak seçilmeye başlanmışsa, koşullar uygun olduğu sürece bu seçilmeye yeni özellikler de eklenerek sürebilir. Belirli bir yere geldiğinde alt türe, daha sonra da türe farklılaşır. İki farklı topluluk (populasyon) bir zaman sonra eşeysel olarak birbirlerini cezp edip çiftleşemeyecek duruma geçerler (bu işleyişin yasaları Hardy-Weinberg Kuralları olarak bilinir) . Ancak bu süreç çok uzun zaman alır; işte evrimleşmenin çok uzun bir sürede gerçekleşmesinin nedeni de budur; yavaş işlemesinden kaynaklanır. Elinde yeterince örnek olmayan ve doğanın işleyiş mekanizmasını öğrenemeyenler için, evrim mekanizmasını anlamak bu nedenle zor olmaktadır. Çare: Yaratılışçılığa sığınma… Emek çekmenize, kafa yormanıza, para harcamanıza, hatta yerinizden kalkmaya bile gerek göremezsiniz… Adaları araştırmak, denizlerin dibine inmek, bilim müzeler kurmak, örnek toplayıp onları araştırmak, dağların tepesine çıkmak gereğini duymazsınız; bırakın onları aptal evrimciler yapsın… Nasıl olsa sizin –düşünmeden biat edecek- sömüreceğiniz büyük bir kitle her zaman yanınızda, arkanızda yer almaktadır; bu kitlenin gözlerinin açılmaması gerekli; ikbalinizin devamı için elinizdeki tüm araçları kullanarak evrimcileri, Darwin’i ve evrim kavramını kötülemeniz yeterli…



Prof. Dr. Ali Demirsoy

Hacettepe Üniversitesi

18.08.2009
Prof. Dr. Süleyman Demir
darkwonder

Members
tr
Online status

1 posts

#forums.php?m=posts&id=177   2009-09-29 22:09          
Ali demirsoy beyefendiye,bing bang olayı,kuantum fiziği hakkında evrimle bağdaştırdığı konularda katılmıyorum.Eğer kaçırmadıysam belirsizlik teorisinden hiç bahsetmemiş,zaten bizim bilim dediğimiz şey şu an buna cevap verememekteler.Eğer atom altı bir parçacığının ya hızını ya yerini şu an saptayabiliyorsak ve ikisini aynı anda hesaplayamıyorsak,bu yoktan oluşuma gitmektedir.Günün birinde Ali demirsoy ikisinide keşfettim derse o zaman haklısın diyebiliriz.